top of page

İyi Bir Hikaye



/ Birbirimizden ‘art niyetli' beklentilerimiz var mıydı? Mesela, acılarımıza karşılıklı tanıklık. Kendi suretimizi görebilmek için birbirimizin aynasından mı yansımak zorundaydık? Dışarıda akıp giden hayat ve tüm diğer insanlar hain bir yanılsamanın oluşturduğu fondan ibaret olabilir miydi?










İYİ BİR HİKÂYE


She wasn't doing a thing that I could see, except standing there

leaning on the balcony railing, holding the universe together.

J..D. Salinger



Yıllık izinden döndüğüm günün öğleden sonrasında, aniden kalbim sıkışmaya başladı. Klimaların uğultuyla püskürttüğü bunaltıcı hava soluk almamı engelliyordu. Sahici bir havayı içime çekmedikçe ciğerlerimi dolduramayacakmışım gibi geldi birden. Tuvalette koşup, yüzümü yıkadım; saçlarımdan sular, gözlerimden boyalar akarak ofise döndüm. İçerisi anaokulu gibi rengârenk döşenmişti: Çalışanlar parlak mavi, yöneticiler kıpkırmızı bölmelerde, lego benzeri plastik masa ve sandalyelerde oturuyorlardı. Penceremsi oyukların ardındaki manzara ise tam tersi, son derece soluktu. Filmle kaplı camlardan gökyüzü yeşilimsi, deniz grimsi görünüyordu. Başkasının ileri numara gözlüğünü takmışım gibi başım dönmeye başladı, sahici bir renge bakmazsam görüşüm hiç düzelemeyecek gibi geldi birden. Yazın ortasında takım elbiselerle bilgisayarın başında saatlerce oturmak ya da toplantı odasında topluca zaman öldürmek dışındaki işlerin normal sayılmadığı açık ofis ortamında, kapalı cezaevinden daha beter tutuklu hissettim kendimi. Sabah dokuz akşam altı iş merkezi dedikleri gökdelenlerden birinde tıkılmak son derece anlamsız hatta komik geldi birden. Her gün yeniden aynı oyunda, acemi artistler gibi gülünç bir ciddiyetle rol alıp duruyorduk. Orada bir dakika daha duramayacağımı anladım ve kısacık bir istifa mektubu yazıp, bir daha hiç dönmemek üzere kendimi dışarı attım.

En yakın arkadaşlarım, işten ayrıldığımı üstelik kariyer defterini kapattığımı öğrendiklerinde, depresyonda olduğum ya da tatil sonrası panik atak geçirdiğim sonucuna vardılar. Acilen profesyonel yardım almamı tavsiye ettiler ısrarla. Yıllarımı verdiğim akademik hayatı, büyük umutlarla evlendiğim adamı terk edişlerimle benzerlik kuranlar oldu. ‘Gemileri yakarak nereye kadar gideceksin?’ dediler. ‘Çok bunaldıysan ücretsiz izin ya da rapor alsaydın, belki dönerdin kararından’ dediler. Ablam, ‘Herkesin çalışmak için sırada beklediği dolgun maaşlı bir işten bu kadar kolay vazgeçecek, ‘Ferrari’sini Satan Bilge’cilik oynayacak lüksün var mı senin?’ diye söylemediğini bırakmadı. Eniştem hatırlatmakta gecikmedi; ‘Madem ayrılacaktın bari istifa etmek yerine kendini attırtsaydın, tazminatını alırdın. Ne kadar dayanabilirsin üç kuruş birikmiş parayla?’

Oysa hepsi işlerinden, eşlerinden, şehirlerinden, hatta hayatlarının topyekûn gidişatından şikâyetçiydiler. Her şeyi bırakıp kaçmak, uzaklara çok uzaklara gitmek, dünyayı dolaşmaktı çoğunun hayali. Benim böyle hayallerim bile yoktu, ne istediğimi bilmiyordum, gerçekte neyi arzuladığımı… Sadece neleri istemediğimden emindim. Her kafadan bir sesin çıktığı çılgın kalabalıkları istemiyordum etrafımda, kendi kafam zaten karmakarışıkken… Ve başkaları için onları elde etmek ne denli önemli olursa olsun; üzeri kat kat kostümler, makyajlar ve bin bir çeşit yanılsamalar ile süslenen içi bomboş değerlerin beni mutlu etmediğini anlamıştım artık. Kendimi bildim bileli hep bir yerlere yetişmeye çalışmış, hep gösterilen havuçların peşinde koşmuştum: En iyi üniversiteyi kazan! Yüksek puanlı diye sevmediğin bölümde oku! Aman, yurtdışında ihtisas yapmayı ihmal etme! En ‘ideal’ eşi seç, en havalı şirkette çalış, terfi etmek için takla at! Topluca oynanan yorucu bir köşe kapmaca oyununda en iyi köşeyi kapmak, ardından da korumak için uğraş didin dur! Ya oyundan çıkmak istersem?

En azından bir ara vermem gerektiği kesindi. Ben de öyle yaptım, hayatımın ortasında mola verip, kocaman bir es işareti astım havaya… Belki de bu sessizlik sayesinde tanıştık Hayri Bey’le.

Aslında iki yıldır onunla aynı apartmanda oturuyorduk ama en üst katta yaşayan bu ufak tefek dağınık görünüşlü yaşlı adam hakkında, tiyatro oyunları yazdığı ve benim gibi yalnız yaşadığı dışında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Kapıcı dâhil herkesin kendini şehir dışına attığı kavurucu Temmuz ayında, ıssız bir sokağın sonundaki koca binada İstanbul nöbeti tutan bir ben, bir de o kalmıştık. Karşılaştığımızda ayaküstü kısa sohbetler kaçınılmaz olmuştu.

Oturduğumuz semtte Boğaz’a bakan bir kat maddi gücümü aştığı için, bahçe duvarından ve birkaç erguvan ağacından ibaret manzaraya nazır giriş katındaki küçük daireyi memnuniyetle tutmuştum. Ama sadece birkaç kat farkıyla neler kaçırdığımı, Hayri Bey’in beni evinin balkonunda çay içmeye davet ettiği o akşamüstü anladım.

Hayri Bey, onun üzerinde sempatik duran bir resmiyetle karşıladı beni. Arka planda çalan çello konçertosuna ait notaların, uçuşan tüllerin arasından gökyüzüne ulaştığı rotayı izleyip balkona çıktık. Küçük bir çığlık kaçıverdi ağzımdan, böylesine çarpıcı bir güzellik karşısında tepkisiz kalmak mümkün değildi doğrusu… Bir köprüden diğerine gün batımı kızıllığında yıkanan tüm karşı yakanın, artık koyu mavilere dönen sularına ilk yakamozların vurduğu bizim taraftaki kıyıların, akşam telaşlarını beyaz beyaz köpürten vapurların, zarafetle boğazı seyreden yalıların, kubbelerin, Hisar’ların hepsinin birden aynı bakışa sığması nasıl şaşırtmaz insanı? Deniz atlayacak kadar altımızdaymış izlenimi verse de; eğilip bakınca, aşağıda dik yamaç boyunca yemyeşil inen koru vardı. Tüm doğrultularda dopdolu açıklıkla kuşatılmıştı sanki balkon. Dakikalarca ayakta dikilerek seyrettim bu nefes kesen manzarayı. Boğaz’a bu denli yakınken, bu denli geniş bir görüş alanı ne inanılmaz bir sürprizdi!

Hayri Bey, sunduğu açık büfede aç misafirini ağırlayan cömert bir ev sahibi asaletiyle gözümün doymasını bekledi. Oysa gölgeler, rüzgâr ve bulutlar değiştikçe, ay yükseldikçe, ışıklar yanmaya başladıkça yeni lezzetler ekleniyordu bu göz ziyafetine. Manzaraya dalıp gittiğim için bir süre hiç konuşamadık. Çaydan sonra şarap ve peynir ikram etti. Belki de, şarabın tatlı sarhoşluğunun verdiği cesaretle kendimden söz etmeye başladım. İlgiyle dinlediğini görünce geçmişimi ve yarınsızlığımı anlattım ona sabahın ilk ışıklarına dek. İyi bir dinleyici bulduğumuzda hangimizin çenesi düşmez ki? Böylece ilişkimizdeki rol dağılımı belirlenmiş oldu. Yaz boyunca süren balkon sohbetlerimizde; ben anlatıcı oldum, o da sabırlı dinleyicim. Ben sunulanları kabul edendim, o ise daha sorulmadan talepleri karşılama görevini üstlenen…

Söz onunla ilgili konulara geldiğinde fazla konuşmayı tercih etmiyor, ‘mesleki araz’ diyerek özür diliyordu. Yıllarını harcamıştı; anıların soluk sahnelerindeki ayrıntıların izini sürüp, duygu kırıntılarını hiç ziyan etmeden çoğaltıp sözcüklere dönüştürerek. Kim bilir kaç defa kendini masaya yatırıp kesip biçip, tüm parçaları dağıtıp, sonra tekrar toplamıştı. ‘Hem cerrah hem hasta, hem katil hem de kurban olur insan kendi hayatı hakkında yazarsa derlerdi, doğruymuş’ diye iç geçirmişti bir seferinde.

Devlet Tiyatroları’nda dramaturg olarak çalışmış, daha sonra konservatuarda hocalık yapmıştı. On yıl kadar önce emekli olmuştu. Onun hayatına dair ipuçları yakalayabilmek için yazdığı oyunları okumaya başladım. Ama ne kadarının gerçek ne kadarının kurmaca olduğunu belki hiç bir zaman öğrenemeyecektim, belki artık kendi de bilmiyordu. Diyalogların derinleştiği az kadrolu oyunlar yazmıştı genellikle. Salonun bir duvarını tavana kadar kaplayan muhteşem kütüphanesini karıştırıyor, kitapların sayfa kenarlarına aldığı notları buluyordum. Hem dünyanın kitabını okuyup, hem de tüm dünyayı gezecek zamanı nasıl bulduğuna şaşıyordum. Farklı ülkelerden topladığı değerli eşyalar hakkında çocukça bir merakla sorular sorarak; geçmişte yaşadıklarını, nerelere gittiğini ağzından almaya çalıştım. Paris Turnesi’nde eski taş plaklar satın almıştı ve Hindistan’dan sedef kakmalı kutular. Çin’de porselenler, Küba’da özel üretim purolar hediye edilmişti ona. Kütüphanenin karşı duvarını; yağlı boya orijinal bir tablo, Afrika seyahatinde aldığı kabile maskeleri ve Arjantin’den dökme kurşunlarıyla birlikte getirdiği gümüş kabzalı el yapımı bir tabanca süslüyordu. Hiç evlenmemişti ama gençliğinde tutkuyla bağlandığı kadınlar olmuştu elbette. En büyük aşkını Buenos Aires’li bir kadınla yaşamıştı sanırım.

Çocukluğumdan beri yazmaya heves duymama karşın, uğraşmak için hiç fırsatım olmamıştı. Bundan sonra edebiyata yönelebileceğimi söylediğim andan itibaren, Hayri Bey beni yetiştirmeyi kendine görev edindi. Eğitimci olarak zaten tecrübeliydi. Temelleri sağlam atmak için Rus Klasikleri’nden başlayarak, kendince bir müfredat oluşturdu. Gündüzleri bana tavsiye ettiği metinleri okuyarak geçiriyordum. Akşamları ise balkona kurulup, onunla bu eserler hakkında tartışıyordum. Sıkı ama eğlenceli bir yaz kampına girmiş gibiydim.

‘İyi bir hikâyenin sırrı nedir biliyor musun? Uzlaşmaz bir çelişki… Dış kaynaklı olabilir ama ben en çok iç çelişkiyi severim. Büyük Rus ustalarda bunun en iyi örneklerini görebilirsin. Hah! Yeri gelmişken, üstat Çehov’un meşhur bir tavsiyesi vardır yazarlara: Sahnenin duvarında bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır. İyi bir hikâye yazmak için klasik yöntemlerden şaşma. İskeleti sağlam kurduktan sonra, üstüne istediğini koyabilirsin.’

Neden bana bu denli zaman ayırdığını sorduğumda ‘Bu balkonda güzel bir hanımefendiye eşlik etmeyeli ne kadar uzun zaman oldu, tahmin edemezsin.’ deyip göz kırpıyordu. Şiddetli fırtınanın ardından adasının kıyılarına vuran bu sığınmacıyı, şefkatli özenini esirgemeyerek sağaltabileceğine inanıyor gibiydi. İşin doğrusu da buydu zaten: Balkonuna sığınmıştım ve onun sahici sıcaklığına... Edebiyatla avunuyor, şarapla uyuşuyor, manzaranın hipnotize eden güzelliğiyle oyalanıp, her şeyi unutabiliyordum. Ama hüzünlerin hâkimiyetine boyun eğdiğim akşamlar da yok değildi. Gemilerin lacivert sularda sessizce kayışına, martıların daireler çizerek aşağı süzülüşlerine dalıp gittiğimde beni neşelendirmek için uğraşır; ‘Kendini martı zannedip atlamazsın inşallah balkondan’ diyerek işi şakaya vururdu. ‘Sezon açıldı. Hadi iki lüfer söyleyelim balıkçıdan, temizleyip getirsin! Izgaraya attık mı tamamdır. Sen de salataya yardım edersin.’ Yemekten sonra baktı ki yine yaklaşıyor gri bulutlar, derhal dağıtmak için girişimde bulunur; pikapta gençliğinin Latin şarkılarını çalarak, salon çapkını edalarında beni dansa davet ederdi. ‘Tango öğreteceğim’ diye tutturduğunda, ısrar edecek olursa kendimi gerçekten aşağı atmakla tehdit ederdim, ben de onu. ‘Siz zamane gençleri romantizm nedir bilmez misiniz?’ diye hayıflanmaktan başka bir şey gelmezdi elinden.

Kapıcı köyünden dönüp; beni Hayri Bey’in evinde, kendi evimdeymiş gibi rahat dolaşırken gördüğünde, neye uğradığını şaşırdı. Hayri Bey’le sohbeti koyulaştırıp sabahladığımız bir gün kapıyı çalıp, böyle bir duruma suç ortaklığının verdiği utançla gözlerini kaçırarak ‘Dün gece geç saatte telefonunuz çaldı durdu da rahatsız etmeyeyim dedim. Bir de kapınıza bu kâğıdı sıkıştırmışlar.’

Notu bırakan bir arkadaşımdı: “Telefonlara cevap vermiyorsun. Cebin kapalı. Nerede olduğunu kimseye haber vermemişsin. Ablan seni çok merak etmiş, boyuna bizi arayıp duruyor. Kapını kırıp girmemizi istiyor. Onu arasan iyi olacak.”

Belli ki, ablam kendime zarar vereceğimden korkuyordu. Hele öğrenciyken bir kez denediğim düşünülürse, endişe etmesi pek de yersiz sayılmazdı. Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağıma hâlâ ikna edememiştim onu. Oysa ben çoktan unutmuştum o olayı. Arayıp sakinleştirmeye çalıştım, ama nafile. Mutlaka beni görmek istediğini söylüyordu. Aksi halde kalkıp, o Bursa’dan gelecekti. Birkaç günlüğüne de olsa Hayri Bey’le olan muhabbetimize ara vermem ve derhal ablamın yanına gitmem şart görünüyordu.

Bursa’da geçen günler işkence gibiydi. Karşı karşıya olduğum tüm maddi gerçekler, ablam ve kocası tarafından yüzüme teker teker vuruldu. Kalan paramla bir süre sonra kiramı bile ödeyemez hale gelecektim. Derhal bir işe girmem ve asla boş hayallere kapılmamam gerekiyordu. Oysa kendime gelebilmek, hayatımın geri kalanına yeni bir yön verebilmek için biraz daha zamana ihtiyacım vardı.

Ablam bizimkilerden bayrağı devir almış, iki çocuğunu aynen bizim yetiştiğimiz şekilde büyütüyordu. Küçük olan bayağı beni andırıyordu. Ve tabii ki, benim gibi olmaması için şimdiden tedbirler alınmıştı. Kızı durgun hallerinden dolayı psikologa başlatma sebebini; ‘kolej sınavına hazırlanırken çok yoruldu galiba’ diyerek geçiştiriyordu.

Çok küçük yaşlarda mutlu olabilme yeteneğimizi yitirirsek, tekrar kazanma şansı olabilir mi bir gün? Beynimizdeki mutluluk merkezi işlev görmez hale gelip, melânkoli merkezi fazladan çalışırsa? Hüzünlerin içinde yaşayıp, hüzün soluyup, hüzünle beslenerek ortaya hüzünden başka ne çıkartılabilir?

Kendimi feribota yeniden attığımda; İstanbul’a döndükten sonra ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. İçimde bir şeyler huzursuzca kıpırdanıyor, kaybolmuşluk hissi gittikçe artıyor, Marmara’nın bulanık renkli suları alabildiğine tekinsiz geliyordu. İstanbul’a yaklaştıkça, önce adalar göründü, denizin ortasında yüzen tehlike şamandıraları gibi. Açıklara demirlemiş paslı gemiler ise sanki birer mayındılar. Aralarından tedirgince geçerek yanaştık limana ve karaya ayak bastığımda yüreğimde korkular yürürlükteydi.

Eve döndüm ve posta kutumda bir zarf buldum. Zarfın içinde bir mektup ve anahtar vardı. Bir şeyler gerçekten yolunda gitmiyordu. Koşarak yukarıya çıktım, Hayri Bey yoktu, gitmişti…


Balkondaki taşların üzerine çöküp, mektubu açtım. Karşıdan görkemli bir dolunay doğuyordu.

“Gelmiş geçmiş en müstesna talebeme,

Ani bir kararla seyahate çıktım. Uzun müddet buralarda olmayacağım. Senden benim yokluğumda evime göz kulak olmanı ve çiçeklere bakmanı rica ediyorum.

Nereye gideceğimi söylemememin esrarengiz olmaya uğraşmakla alakası yok, esasen ben de bilmiyorum. Herhalde, bir süre gezerim bir yerlere yerleşmeden önce. En azından hangi şehirleri yeniden görmek istemediğimi biliyorum. İstanbul; şu anda yaşamak istemediğim şehirlerin başında geliyor, çünkü çok güzel. Artık dışarıdaki değil, içimdeki manzaraları seyretmek istiyorum.

Sen gittikten sonra, nasıl bir bağ kurduğumuzu anlamaya çalışıp durdum. Birbirimizden ‘art niyetli' beklentilerimiz var mıydı? Mesela, acılarımıza karşılıklı tanıklık… Kendi suretimizi görebilmek için birbirimizin aynasından mı yansımak zorundaydık? Dışarıda akıp giden hayat ve tüm diğer insanlar hain bir yanılsamanın oluşturduğu fondan ibaret olabilir miydi? Acaba iki âşık mıydık, mutlak aşkın özlemiyle yanıp tutuşan? Hangi kapıların kilitlerini açmaya çalıştık mütevazı çilingir sofralarımızda? Danışıklı dövüşle birbirini eğleyen iki işgüzar yahut çocuk kalmış iki oyun arkadaşı olabilir miydik? Hoşça vakit geçirmekten başka dertleri olmayan…

Bir gün senin hakkında yazma ihtimalim yüzünden, kendini sürekli kameralara gülümsemek zorunda olan aktrislere benzetmiştin. Haklıydın, ben hep kayıttaydım. Hâlbuki yazmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki… Kendi kendime hikâyeler anlatmak için hikâyeci olduğumu idrak ettiğimden beri, elim kaleme gitmiyordu. Senin varlığın her nasılsa, artık muhitime pek uğramayan ilhamıma beni tekrar kavuşturdu, teşekkür ederim.

Hayatının son perdesini oynayan bir ihtiyar olarak gençlerin mutsuzluğu karşısında içimi burkan derin bir ziyan hissine kapılıyorum. Lütfen mutlu olmaya çalış. Hoşçakal!”

Ayağa fırladım. Zor durumda olduğumu düşündüğü için evini bana bırakıyordu. Oysa benim asıl ona ihtiyacım vardı! Karanlık salonun ortasında, çaresizce dört dönüyordum. Ağlamaktan şişmiş gözlerim duvardaki bir yansımaya takıldı. Orada hep öylece asılı duran tabancaya... Dolunayın şeytani ışıkları, Hayri Bey’in Buenos Aires’ten getirdiği tabancanın gümüş kabzasında oynaşıyordu…‘Ah!’ dedim kendi kendime. ‘Acaba bu iyi bir hikâye mi?’


- - - - - - -




Haziran 2008, İstanbul



2009, altKitap Öykü Seçkisi

Sığınak'ta Yayınlanmıştır




bottom of page