top of page

Uygarlık Batarken


/ En basit görünen bilgi kırıntısı bile koskoca bir ağın ilmeği değil midir? Başka bilgilerin, onların dayandığı kabullerin ve elbette kabullerin kaynaklandığı inançların oluşturduğu, hepsinin birbirine kenetlenmesiyle yekpare hale gelmiş bir ağın.


UYGARLIK BATARKEN


Gemilerini açık denizde yeniden inşa etmek zorunda olan denizciler gibiyiz

Otto Neurath


Bizim Gemi’miz hiçbir yere gitmiyordu. Varılacak bir liman bulmaktan çoktan umudu kesmiştik. Kuşaklardır, açık denizde tek bir kara parçasına ya da başka bir gemiye rastlamaksızın karanlığın ortasında yol alıyorduk. Ne olduğunu bilmediğimiz, nasıl değiştiğini çözemediğimiz simsiyah bir denizde yüzüyorduk. Bazen tuzlu su, bazen katranımsı sıcak bir sıvı, bazen yağlı bir bulamaçtı bu deniz. Ama ne denizin tekinsiz değişkenliği, ne de sürekli karanlık gökyüzü yolcuların umurundaydı artık. Gemi’nin içini ışıl ışıl ve görkemli hale getirmeyi başardıklarından beri, yani çok uzun zamandır, dışarısı ilgilerini çekmiyordu.

Devasa Gemi’mizin içinde doğup, ömrümüz boyunca ayrılmaksızın Gemi’de yaşıyor; çoğumuz bir kez olsun güverteye çıkmadan, yine Gemi’de ölüyorduk. Gemi’nin içinde okula gidiyor, âşık oluyor, çalışıyor, mevki atlamaya çabalıyor, türlü işlerle meşgul oluyorduk. Gemi’den ayrılmıyorduk, çünkü gidilecek başka bir yer yoktu. Güverteye dahi çıkmak istemiyorduk, çünkü dışarıda tüm yönleri kuşatan ve her şeyi adeta içine çekip yutan karanlığın mutlak hükmü sürüyordu. İnsan ne kadar haykırırsa haykırsın sesi hiçbir yerden yankılanmaz, sonsuzluğa doğru uzanan boşlukta boğulup yiterdi. Bir söz vardır: “Karanlığa yeterince bakarsanız, o da size bakmaya başlar.” Bizim uygarlığımızın tercihini karanlıkla yüzleşmemek yönünde kullandığını söyleyebilirim. Ufuksuz karanlığı görmezden gelmeyi seçmiştik, unutmayı, yok saymayı… Kim bilir, belki de yanıtını bulamadığımız soruların peşine düşmekten, sadece kendimizi avutmak için yanıtlar arayıp durmaktan usanmış ve tümden vazgeçmiştik sorgulamaktan. Kimsenin nereden geldiğimiz hakkında kesin bir bilgisi yoktu. Yolculuğun nereye olduğunu, sonumuzun ne olacağını ise tahmin dahi edemiyorduk.


Bir kişi hariç…


Onun bir tahmini vardı. Güverte Subayı’nın…

Yaptığı hesaplamalara dayanan felaket senaryosundan ilk defa Gemi’nin yönetim toplantılarından birinde haberdar oldum. Farklı konularda uzman üst düzey mürettebatın Kaptan’a rapor verdiği görüşmelerdi bunlar. Ben, Gemi Arkeoloğu olarak tüm mevkilerdeki yolcuları temsilen oturumlara katılan aydınlar heyetinin bir üyesiydim. Bizler raporları dinler, gerekli gördüğümüzde müdahale eder ve kararlar alınırken oy kullanırdık.

O olağan toplantıda, Güverte Subayı’nın üzerinde olağanüstü bir hal vardı. Sunum yaparken her zaman kayıtsız ve sakin olan sesi bu defa gerginlikten titriyor, alnı endişeyle kırışıyordu. Gemi’deki en yetkin kişi olarak kabul edilen Kaptan’ın görev süresi dolduğunda onun yerine geçecek en kuvvetli adaylardan biriydi. Gemi’yle ilgili teknik detaylara oldukça hâkimdi. Bu toplantıda gündemin dışına çıkarak, son yapılandırma çalışmalarının güvenliği tehdit edecek düzeyde Gemi’yi büyüttüğünden ve seyir hızının Gemi’nin dayanabileceği sınırları aştığından söz ediyordu.

‘Her geçen gün tehlike daha da artıyor. Geri dönüşsüz noktaya doğru hızla yaklaşıyoruz.’

Herkes Güverte Subayı’nın savını destekleyen bilimsel verileri dikkatle dinliyordu, ta ki bu olası felaketi önlemek için önerdiği çözümü açıklayana dek:

‘Derhal Gemi’yi güvenli şekilde durdurmanın bir yolunu bulmalıyız!’

Tüm kurul üyeleri, ben de dâhil olmak üzere, hayretler içinde kalmıştık. İtirazlarını hemen dile getirenler oldu. Güverte Subayı’nın önerisini ciddiye almak çok zordu gerçekten. Sadece yönetim kademesindekiler değil, aklı başında tüm yolcular şunu gayet iyi bilirlerdi ki, Gemi’nin durması zaten başlı başına bir felakettir. Gemi duramaz…

Binlerce yolcunun ihtiyaçlarını karşılamak ancak Gemi’nin sürekli hızlanmasıyla mümkündür. Eğer duracak olursa, yiyecek ve içme suyu üreterek Gemi’nin kendi kendine yetmesini sağlayan birimlere enerji verilemez. Yolcu kamaraları ve ortak alanlar karanlığa gömülür. Tekrar çalışsa bile aynı hıza erişmesi uzun zaman alacaktır. Bu durumda, nesillerdir emek harcanarak ulaşılan uygarlık düzeyi geriler. Elde edilen kazanımlar yitirilir, konfor ortadan kalkar. Uygarlığımız ancak Gemi hızlandığı sürece var olabilir. Gemi hep büyümek ve hızlanmak zorundadır. Gemi’nin kaderi budur ve yolcuların kaderi elbette Gemi’ye bağlıdır.

Bize çocukluğumuzdan beri bunlar öğretilmişti.

Kaptan hoşnutsuz uğultuların yükseldiği kurulu sakinleştirmeye çalıştı. Onun Güverte Subayı’nın tezleri karşısında sergileyeceği tutum, üyelerin kararları üzerinde belirleyici olacaktı. Ve Kaptan pek de şaşırmışa benzemiyordu. Belli ki, ikisi konuyu aralarında daha evvelden tartışmışlardı.

‘Çalışmalarınız için teşekkür ederiz’, dedi Güverte Subayı’na kibar ama mesafeli bir tavırla. ‘Ancak sizin de bildiğiniz üzere bırakın Gemi’yi durdurmayı, yavaşlatamayız bile. Eskiden beri yolcuların en korkunç kâbuslarından biri Gemi’nin batmasıdır. Bu korkuyu tetikleyecek söylentilerin yayılmasını doğru bulmuyorum. Hesaplarınızı tekrar inceleyeceğim ama sahip olduğumuz yüksek teknolojiler sayesinde Gemi’nin batması artık olanaksız.’

‘Kaptan, geçmişte benzer olaylar yaşandı mı?’

‘Gemi Arkeoloğu konuyla ilgili çalışmalarını sürdürüyor. Son zamanlarda kaydedilen yüz güldürücü ilerlemeler yakında kurula sunulacak.’

Kaptan’ın gözleri bana kaydı, onay bekliyor gibiydi. Bu tartışmada, kişisel yakınlığımıza dayanarak kendi tarafını desteklememi umuyordu. Oysa ben sesimi çıkarmamayı tercih ettim, çünkü konuşursam söyleyeceklerim hiç hoşuna gitmeyecekti. Gemi'nin tarihine dair ipuçlarını birbirimizden farklı yorumluyorduk.

Kaptan sözlerine devam etti:

‘Geçmişimizle ilgili sahip olduklarımız arasında doğruluğu şüphe götürmeyen tek gerçek, Gemi’nin başlangıçtan bu güne dek açık denizde aşama aşama inşa edildiğidir. ’

Son söylediklerine tümüyle katılıyordum. Bizden önceki kuşaklar küçücük bir kayığı, tam donanımlı muhteşem bir gemiye dönüştürmeyi becermişlerdi.

Güverte Subayı, sorularının cevapları olmadığının elbette farkındaydı. Israrla sormayı sürdürmekteki amacı galiba önemlerini bizlere hatırlatmaktı.

‘Peki, biz neyin üzerinde yüzüyoruz?’

‘Denizin özelliklerini devamlı araştırıyoruz. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, düzenli olarak denizden alınan numuneler analiz edilmesine karşın bugüne dek tek bir tutarlı sonuç elde edilemedi.

‘Kaptan, bu Gemi nereye gidiyor?’

‘Bilim adamlarına özgü merakınızı anlayışla karşılıyorum. Bunu bilebilmeyi inanın çok isterdim, ancak …’

‘Neden sormamız gereken en temel sorulardan kaçıyoruz? Neden peşine düşmemiz gereken asıl gerçekleri bir kenara bırakıp başka işlerle oyalanıp duruyoruz? Sakın yarattığımız uygarlığın karmaşıklığından kendi kafalarımız karışıyor olmasın? Belki de tüm bilgi sistemimizi yanlış kabuller üzerine kurduk. Gemi’nin batma olasılığından söz ediyorum. Bu nasıl oluyor da yolcuların rahatlarının bozulmasından daha az önemli olabiliyor?

Kaptan beklemediği bir çıkışla karşılaşmıştı, ama durumun kontrolünden çıkmasına izin vereceğe benzemiyordu.

‘Sizi uyarıyorum. Teknolojinin ilerlemesine karşı olmak, Gemi’miz yasalarınca hiç de hoş karşılanmaz, bunu da çok iyi biliyor olmanız lazım.’

‘Bu Gemi batacak! Gemi’yi mümkün olan en az zararla durdurmak için plan yapmalı ve hemen uygulamaya koymalıyız. Gerekirse tüm Gemi’yi tahliye etmeye hazırlıklı olmalıyız. Tamam, son söylediğimi geri alıyorum, bunu gerçekleştirmek imkânsız… En azından küçük gemiler inşa edip bazı yolcuları hızla Gemi’den uzaklaştırmalıyız. Aksi halde tüm insanlık topluca yok olacak.’

Güverte Subayı, Kaptan’ın yüzündeki buz gibi ifadeden onun fikrini değiştiremeyeceğini anlayıp kurul üyelerine döndü. Faydasız olduğunu bilse de son bir umutla seslendi onlara:

‘Hepimiz aynı gemideyiz!’

Derin bir sessizlik kapladı salonu. Diğerleri ne denli etkilendi bilemem, ama beni ikna etmeyi başarmıştı.

Herkes salonu terk ederken, Güverte Subayı oturduğu yerden kalkmamış, çaresizlikten donuklaşan bakışlarını sabit bir noktaya dikmişti. Toplantılarda karşılaşıyorduk ama hiç konuşmamıştık. Yanından geçerken başını kaldırmadan bir şeyler mırıldandığını duyduğumda, kendi kendine konuştuğunu sandım önce. Yanılmıştım, bana soruyordu:

‘Daha önceki gemileri de batırdık, değil mi?’


*********************


Biz elimizden gelen her şeyi yaptık. Onları kurtarmak için var gücümüzle uğraştık. Geçmişte gemilerimizin battığını, her seferinde bazı yolcuların kaçmayı başararak yenisini inşa etmek zorunda kaldıklarını insanlara anlattık. Aynı sonun er ya da geç bizim de başımıza geleceği ve biran önce önlem almamız gerektiği konusunda tüm yolcuları uyardık. Ama çoğu bizi dinlemedi, nezaketen dinleyenler de harekete geçmedi. Kaptan’ın atadığı araştırma grubunun “zayıf ihtimalli” diye nitelediği bir tezi ve yönetim kurulu kararıyla “kısa vadede” eylem listesine alınmayan acil durum senaryolarını pek inandırıcı bulmuyorlardı.

Kaptan bana kırılmıştı, artık hiç görüşmüyorduk. Nasıl kırgın olmasın? Onun onaylamadığı görüşleri, ona göre kendini saçma hezeyanlara kaptırmış biriyle işbirliği içinde yolcular arasında yaymaya çalışıyordum.

Oysa Güverte Subayı ile birbirimizi anlıyorduk. Farklı mesleklerden olsak da ortak bir paydada buluşmuştuk. Arkeolojik bulguları değerlendirerek vardığım sonuçlara katılan biri çıkmıştı sonunda. “Hepimiz Aynı Gemideyiz” başlıklı bildiriler dağıtıyor, yolcuları Gemi’yi durdurmaya, eğer durmayacaksa biran önce Gemi’den kaçmaya teşvik ediyor ama ne yazık ki, başarılı olamıyorduk. Herkes kendi gündemiyle çok meşguldü. İletişim mühendisleri hologramlı telefonların son sürümü üzerinde çalışıyor, doktorlar zaten iyice yavaşlattıkları yaşlanma sürecini tamamen durdurmanın hayallerini kuruyorlardı. Aydınlara gelince, çoğunluğu mevkiler arası eşitsizliği ortadan kaldıracak sosyal projelerle uğraşıyordu. Üçüncü mevki yolcularının şartlarının iyileştirilmesi için talep ettikleri kapsamlı değişiklikler hayata geçirilmeye başlanmıştı. Daha rahat kamaralar, yeni sağlık ve eğitim merkezleri yapılacak, yani Gemi arkaya doğru büyütülecekti. Birinci mevkidekiler ise bunu fırsat bilip Gemi’yi öne doğru da büyütmek istiyorlardı. Tüm Gemi’de daha iyi kamara kapma yarışı başlamışken kimsenin batma söylentilerine kulak astığı yoktu.

‘Kaçalım’ dedi Güverte Subayı, kurulun ısrarlarımız üzerine ikinci kez Gemi’nin yavaşlatılarak durdurulması önerimizi oyladığı ve tekrar reddettiği gün. Önce kabullenmek istemedim ama enine boyuna düşününce başka seçeneğimiz olmadığı açıktı. Kimseyi, en yakınlarımızı bile, Gemi’den ayrılıp sonu belirsiz bir maceraya atılmaya ikna edememiştik. Daha fazla bekleyemezdik, ikimiz kaçacaktık.


*********************


Güverteye ömrümde ilk kez çıktım ve bir fanusun içinde yaşadığımızı ilk kez gerçek anlamıyla kavradım. Gemi’nin içinde soluduğumuz hava dışarıdan pompalanırdı. Ama Güverte’nin üstünde sanki ciğerlerime bambaşka, vahşi bir havayı çekiyordum. Boşluğun ortasında daha da heybetli görünen, ürkütücü büyüklükte bir gemideydik. Penceresiz, dümdüz, soğuk titanyum alaşımı gövdesi denizden doğru duvar gibi yükseliyor, adeta sızdırmaz bir zırhla Gemi’yi kuşatıyordu. Dışarıdan bakıldığında her şey daha da açık anlaşılıyordu: Bütün bu azamet, bu inanılmaz boyutlara ulaşan cüsse denizin sonsuzluğuna kafa tutmak içindi.

Sahip olduğumuz tek yuvadan kaçıyorduk. Rahat, sıcak, güvenli, yiyecek ve insanlarla dolu Gemi’mizden; karanlığa, soğuğa, açlığa, yalnızlığa ve bilinmeyene doğru geri dönmemek üzere yelken açacaktık. Eğer insanlık için yapabileceğim son ve kuşkusuz en anlamlı görevin bu olduğunu düşünmesem, Gemi’den ayrılmaya asla cesaret edemezdim.

Mesleğime yeni başladığımda, kayda değer ilk başarımı Gemi’nin eski sınırlarını araştırırken elde etmiştim. İkinci mevki eğlence havuzunun altında gömülü kalmış bir tahliye tankıydı bulduğum. Günümüzde Gemi’nin ortalarına denk gelen bu metal levhanın, nesiller önce burun bölgesi olduğunu düşünüyordum. Üzerinde eski alfabe ile kocaman “Uygarlık” yazıyordu. Şimdi tepesinde ayakta durmakta olduğum yeni buruna ise hiçbir şey yazılmamıştı. Biz Gemi’mize bir isim verme gereğini duymuyorduk artık.

Korkuyordum. Güverte Subayı dışarıya alışıktı, hazırlıklıydı. Uzun zamandır kullanılmayan küçük bir numune toplama teknesini çalışır hale getirmişti. Yanımıza tekneye sığacak kadar yiyecek ve malzeme almıştık. Yüksek güverteden ağır ağır denize indirdik tekneyi. Dost mu, düşman mı olduğunu bilmediğimiz denize…

‘Olabildiğince hızla tam ters yöne doğru yol almalıyız,’ dedi Güverte Subayı. ‘Gemi’nin batarken yaratacağı girdabın çapı çok geniş olacaktır. Tehlikeli bölgeden biran önce kaçmamız gerekiyor.’

Teknemiz suya değer değmez, Gemi bizi ardında bırakarak hızla uzaklaşmaya başladı. Biz ondan kaçıyorduk, o da bizden…


*********************


Güverte Subayı’nın beni korku dolu düşlerimden sarsarak uyandırdığı o gün, ayrılışımızın üzerinden epeyce uzun zaman geçmişti.

‘Bak’ dedi, ‘batıyor.’


Gemi artık çok uzaklardaydı ama güverte ışıkları hâlâ seçilebiliyordu. Denizin ortasında bir kule gibi üst üste dikilmişlerdi.

‘Az önce aniden durdu. Batmadan önce burnu havaya kalkıyor şimdi’ diye açıkladı, Güverte Subayı. Haklı çıkmış birinin ifadesinden çok, acı çeken bir insanın yüzünü görüyordum karşımda. Ben de dehşet içindeydim. Kısa sürede iyice yükselen ışıklar, aynı hızla karanlığa gömüldüler. Sonra ağır kütlenin dibe batarken çıkardığı korkunç gıcırtılar yankılandı kulaklarımızda…

İkimiz de gözyaşlarımızı tutamıyorduk. Gemi yolcularıyla birlikte biranda yok olup gitmişti. Kaçabilenler olsa dahi girdabın içine çekileceklerdi. Tanıdığımız ve tanımadığımız tüm insanlar için, kuşaklar boyunca süren ve boşa giden tüm çabalar için, onulmaz toplu cahilliğimiz için, belki de en çok kendi çaresiz halimiz için ağladık.

Güverte Subayı biraz olsun toparlandığında ‘Sıkı tutun, birazdan başlayacak’ diyerek uyardı beni. Ardı ardına dalgalar çarptı teknemize, alabora olmaktan zor kurtulduk. İlk defa deniz suyuyla ıslandım. Şaşırtıcı olan, denizin sadece sudan ibaret olmasıydı. Hem de içme suyumuz tükenmek üzereyken… Dalgaların teknemizin üzerine savurduğu canlılar ise başka bir şaşırtıcı keşif yapmamıza yol açtı: Denizde karnımızı doyurabileceğimiz besinler vardı. Onlara “denizin ekmeği” adını verdik.

*********************


Teknenin üzerinde zaman sanki daha yavaş akıyor. Hayatta kalmaya çalışmak dışında oyalanacak başka bir işin olmaması en başlarda dayanılmaz sıkıcı geliyordu. Sonra gittikçe alışmaya başladım. Artık daha sakin ve huzurluyum. Belki de ömrüm boyunca hiç olmadığım kadar huzurlu… Daimi karanlığın içinde açık kalmaları gerekmeyen gözlerimi kapıyorum ve denizin derinlerinden yükselen sesleri dinleyerek zaman geçiriyorum. Bazen garip bir şekilde müziği andıran, ritmik, belli belirsiz sesler. Oysa ne gökte, ne de denizde seyredebileceğim tek bir ışık, tek bir görüntü yok. Beklemekten başka yapabileceğim hiç bir şey yok. Bekliyorum. Sabırla bebeğimin doğmasını bekliyorum. Gemi’den karnımda kaçırdığım, Kaptan’ın çocuğunun…

Tüm ihtiyaçlarımızı denizden karşılayabiliyoruz. Gemi’den arda kalan izleri silmek için yanımızda getirdiğimiz kitapları bile denize attık. Bizden sonrakilere yepyeni bir başlangıç şansı tanıyabilmek adına, Güverte Subayı ile birlikte aldık bu kararı. Onların batan bir uygarlığın devamı olmasını istemiyoruz. En basit görünen bilgi kırıntısı bile koskoca bir ağın ilmeği değil midir? Başka bilgilerin, onların dayandığı kabullerin ve elbette kabullerin kaynaklandığı inançların oluşturduğu, hepsinin birbirine kenetlenmesiyle yekpare hale gelmiş bir ağın…

Bizim Gemi’miz işte böyle bir ağa takılıp battı!

Bebeğime Gemi’den hiç söz etmeyeceğiz. O bambaşka bir gerçeğin kucağında açacak gözlerini. Ucu bucağı bulunmayan, ufku, kıyısı olmayan simsiyah denizin ortasında doğacak. Gizemlerle dolu bir deniz bu… Belki de, siyahlığının içinde bizim gözlerimizin göremediği sayısız rengi barındıran bir deniz… Aklımızın sınırlarından taşıp dökülen bir deniz… Dikkatli dinlendiğinde tılsımlı tınıları kalp gibi çarpan bir deniz…

Bebeğimin adını Deniz koyacağız. Umarım o bizim hatalarımızı tekrarlamaz. Umarım o denizi gerçekten anlamayı başarır.


- - - - - - -




Şubat 2009, İstanbul


2009, TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması İkincilik Ödülü

2011, Yörüngeden Çıkanlar, Rodeo Yayınları

Bilimkurgu Öykü Derlemesinde Yayınlanmıştır




Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page